2 Ağustos 2014 Cumartesi

İlham ve İç Anadolu kentinde yaşanan Kafka tripleri üzerine bilinç akışıyla yazılmış bir yazı

Ana hatlarıyla bittiği söylenebilecek, gayet süper gittiğini zannettiğim ilk romanımı yazıyordum ki, yazmakta olduğum şeyin geçenlerde okuduğum bir kitaba ne kadar benzediğini fark edip kendimce tribe girdim. Roman yazma fikrinin kendisi de bir tripti zaten, ne hayallerim vardı halbuki: Yayınevlerini peşimde koşturacak, çoksatar olmasa da, elit ve okuduğunu süzen bir kesmin ilgisini çekecektim. Ne var ki tamamladığım ilk eserim okunacak gibi değildi, fazla sığdı ve diğerlerinden ayıran hiçbir şeyi yoktu. Bunu anlamak ilk romanını yazan birisi için rahatlatıcıdır herhalde, diye düşündüm. Örgüyü kafamda kurarken kendimi bir Bukowski, bir Salinger, bir Murakami zannetmiş, "eserime" de o tür bir havayla girmiş ama sonuçta Kemalettin Tuğcu'nun yazdığı bir Love Story çeşitlemesi elde etmiştim. Karışık kurgu bile sökmüyordu, kıvama gelecek gibi değildi ilk romanım. 


Camus, Zizek falan okuyup, Gezi direnişi üzerine yorum yapıp siyasi ahkamlar keserken, kapitalizmi eleştirirken, geniş resmi düşünürken bir sonraki karede dedenin elini öpecek olmak beni hep germiştir, bu yüzden kafayı çok bulandırmadan, geniş bir kurguyla yazacağım ilk uzun şeyin sade bir aşk öyküsü olması gerektiğini düşünmüştüm. İçinde yaşadığımız toplum aydın bunalımı kavramına "sıs la değişik" yorumunu yapacağından, yaşayan, yürüyen, yemek falan yiyen bir Umut Sarıkaya karakterine dönüşmeden kendi ahkam kesme imkanımı kendim yaratmak niyetindeydim. Batıya özgü ironi kavramı da beni burada yakaladı, olduğum yerde kalayım diye kendimce sade hale getirmeye çalıştığım, çakma entelektüel altyapıyı gizlediğim ilk romanımda oldukça entelektüel bir şekilde yazar tribine yakalandım. "Yazamıyorum, yazdığım her şey ünlü romanlara benziyor!" derken buldum kendimi. Kalkıp bir çay koydum, saat sabaha karşı beşti. Normalde beşe kadar oturmam, uyumadan sabahı da bulduğum görülmemiştir ama sahurdan sonra uyumuyor, iftar saatine kadar uyuyup oruç tutarak Müslüman temelli sevap puanlarını toplamış, günü kurtarmış oluyordum. 



Ünlü yazarları düşündüm. Ecnebilerin writer's block dediği "yazar kilitlenmesi" durumunu ele alan yazarları. Kurt Vonnegut'ı, Woody Allen'ı düşündüm. Ortak noktaları oruç tutmamalarıydı herhalde. Belki yerini yadırgayıp filozofvari eylemlerde bulunmamak da kendimce yarattığım bu suni yazar tribinin bir parçasıydı, bilmiyordum. Ama gittikçe basit gelmeye başlayan romanım bir yere varmamıştı, sürekli değiştirecek, kendinden önceki romanlardan ayıracak değişiklikler yapmaya ihtiyaç duyuyordum. Daha da uyku tutmayınca yeni izlediğim bir Hollywood filmiyle ilgili yazı yazmaya başladım, "bu tarz filmlerin aynı kalıbı kullanıyor oluşu" üzerine bir şeyler yazdım. Sonra bu İç Anadolu kentinde yaşadığım aydın bunalımı bir kez daha yerini yadırgadı. 

Yatıp uyumadan iki bölüm daha Friends izleyeyim dedim. Her türlü bunalımdan alıkoyan bu dizi, tam da çakma bunalımlara yaraşır şekilde kafamda gerçek gibi yaşıyordu. Tüm karakterler bir yerlerde gerçekten nefes alıyor ve benimle iletişim kurmaktan memnuniyet duyuyor gibiydi. Replikleri ezberleme safhasına geldiğim tek diziydi ve bir kez daha izliyordum ama beni "yazamama" kafamdan kurtaramayınca uyudum. Sabah kalktığımda, samimiyet kartını kullanan Friends gibi bir dizinin, basit mevzusuna rağmen nasıl bu kadar farklı olduğunu ve sevildiğini düşündüm. Hababam Sınıfı ile aynı nedendendi herhal, samimi olmak, bizi yansıtmak. Bu buhranları yaşayan aydın tayfa da "samimi olmamakla" suçlanmıyor muydu zaten hep? Köylü-halk çatışmasını anlatan, Yaban gibi yüz senelik eserlerden, kendisi de "halka inememekle" suçlanan Nuri Bilge Ceylan'ın son filmi Kış Uykusu'na kadar, anlamayan/anlaşılmayan aydının bunalımının temelinde samimiyetsiz bulunması yatmıyor muydu? İktidar da bu kartı kullanıyordu, bu bloga sık sık konu olan Başbakan/malum müstakbel Cumhurbaşkanı karşısındaki profesör adamcağızı lümpenlikle suçluyordu. Halk adamlığı prim yapıyordu, Kayseri'de kendince bir şeyler yazmaya uğraşan benim kafama bile yerleşmişti bu algı, o yüzden kendimi yüzeysel tutmaya çalışıyordum ben de. "Bu tavırlar İç Anadolu'ya fazlaydı". 
 


Bu damar güzeldi, halden anlamak, halka inmek muhabbeti hoşuma gitmişti ki, ünlü bir yazar olmadığım ve bu tribin bana fazla olduğu gerçeğiyle yüz yüze geldim. Fazla gelmesinin sebebi ise burada yaşamam değil, kafada büyümemiş olmamdı. Sahur için yağa yumurta kırıp yedik, sonra sabah yediye kadar diziyi izledim.

10 Ağustos 2013 Cumartesi

Bayram, Şahin Sucukları, Gezi Parkı ve üşengeçlik üzerine bir yazı


Baba, oğul, kutsal ruh, 240p.

Televizyonda, Kent Şekerlemeleri reklamları gibi "bayram ziyareti için torunlarını bekleyen dede" duygu sömürüsüyle başlayan, ve torunun bütün bir insanlık tarihinde ele alınmış sanat felsefesini bir çırpıda özetleyen eşsiz "Baba bak, ben sanat yiyorum!" repliğiyle son bulan Şahin Sucukları reklamı oynuyor. Kötü yazılmış, kötü çekilmiş, kötü oynanmış. Genelde kötü film izleyince kafamdan geçen "bu kadar adam yazdınız, çektiniz, oynadınız, kurguladınız, kimse mi 'abi bu olmadı yenisini yapalım' demedi, parayı verdik artık çok geç diye düşündüler herhal" (yazar burada düşünce akışı yöntemini kullanıyor) cümleleri ilk kez birkaç dakika süren bir reklam filmi için dolaşıyor beynimde. Dede rolündeki amcanın "ben tüccar değilim, oyuncuyum" tarzı kutsal rol kesiciliği, baba rolündeki elemanın benzersiz "oğlum dedeni rahatsız etme" performansı ve çocuğun dedeyi dinlerkenki aymazlığı, umursamazlığı, bitse de gitsekçiliği. Sevimsiz çocuk. Kabiliyetsiz çocuk. Babasına hiç benzemiyor üstelik.

Kayserili olduğum için, ulusal bir kanalda "Made in Kayseri" sloganlı Şahin Sucukları reklamı belirdiğinde aile içinde ayrı bir heyecan, ayrı bir sevinç yaşanıyor, enerji artışı gözlemleniyor hep. Gerçi benim ailem dışarıdan havaifişek sesi geldiğinde elleri arkaya bağlayıp camdan dışarıyı izleyen insanlardan oluştuğu için, televizyondaki reklama dikkat kesilmeleri normal aslında. Dolayısıyla, Erciyes Dağı'nın karşısında, kulübemsi, barakamsı, yanları açık bir evde yemek yiyen, takım elbiseli Kayserili aileyi izlediğimiz bu reklam da ayrı bir ilgi uyandırıyor ailede. Hep verilen bir örnektir ama, Umut Sarıkaya'nın meşhur karikatürü geliyor aklıma. Onlar da bizden lan, diye geçiriyorlar kafadan. Kayserili şirketin reklamı var, herkes Kayseriyi duyuyor.



Buradan konuyu iki buçuk yıl önce yine burada yazmış olduğum "şu yazıyagetireceğim. Bir reklam üzerine bu kadar beyin fırtınası yapınca, aklıma üç aydır ülkedeki gündem bolluğuna rağmen yazmadığım sevgili blogum geldi. Ben yazıları bir yerlerde paylaşmadıkça "ne yazmış bu yarım porsiyon aydın yahu ahahaha" diye girip bakan okurlarım olmadığından tembelleşiyorum bazen, ama konu dönüp dolaşıp tekrar bloga gelince kendimi tutamadım.
Yazmadığım üç aylık süre zarfında, belki de yirmi yazılık malzemeyi "amaaan" repliğiyle geçiştirdim. Aslında bir yazıya başlamıştım, televizyonda Tayyip Erdoğan'ın "Bunlar yarım porsiyon aydın!" diye bağırdığını duyunca, "Yükseklerden Konu Desteği Almak" başlığı altında bi yazı yazmaya karar vermiştim. Sanki başbakan bana seslenmişti, blogumun adını anmıştı, "konu bulamıyorsun al da bunu yaz bari" demişti. Açıklamanın bana zararı, Google'da blogun adı yazıldığında ilk sayfalarda çıkmaması oldu. Başbakanın sanatçılar için söylediği bu kısa cümle, haber siteleri sayesinde alt sıralara düşürmüştü beni. Sonra, büyük bir hevesle başladığım bu yazıyı bitiremeden Gezi olayları patladı. Olayların ortasında, millet Twitter'daki bio kısmına "çapulcu" filan yazarken tutup "Tayyip benim blogumu andı" temalı bi yazı yazsam şık durmazdı. Sonra unuttum gitti, tarihe gömdüm kafamdaki konuyu, yazı taslak halinde kaldı... Ruhu azap içinde, taslak yazılar aleminde sürünüyor şimdi.


Üzülmedim değil.

Diğer yandan, konu bulamama üzerine yazı yazacak kadar umutsuz bakar olduğum bloguma sunulan bunca malzemeye rağmen yazmamam, üşengeçlik üzerine yazı yazmaya koyulup üşendiğinden başlayamayan şu yazarın hikayesine benziyor. Günlük hayatta da pislik derecesinde üşengeç biriyimdir, yaşadığım/kısa süreliğine de olsa bulunduğum yerleri bok götürür bu yüzden çok afedersiniz. Eşek yüküyle, ilahi kudretlerce sunulan malzemeleri göz göre göre kullanmama da unutamayacağım üşengeçlik anılarımdan bir yenisi işte. Olay kurgu kafası veya writer's block (Britanya'nın köpeğiyim ondan İngilizce yazıyorum) filan değil, "amaaan" repliğiyle işe başlarken kenara çekilmek. Kalıcı bir şey ortaya koyamamam, blog aleminde popileşememem de işte bu yüzden. Görece fenomen bir Twitter hesabım var gerçi, adıma kayıtlı olanın haricinde (arada kendini övmek güzel oluyor). Ama bir taraftan bakıldığında, Twitter denilen mecra da "üşenme" eyleminin vücut bulmuş hali değil mi? Benim gibi erindiğinden (aynı paragrafta çok kez 'üşenmek' kullanmamak için farklı tatlar deniyorum) uzun yazı yazamayan tipler için icat edilmiş bir yer gibi daha çok. Tıpkı "uzun video çekmeye erinenler olur" diye Vine adında, yedi saniyelik videolar çekip paylaşılan sosyal (!%&'^* sosyalinizi!)  mecraların türemesi gibi. Bu da yazının tespiti. Twitter olsun, Ekşi Sözlük olsun, Facebook olsun, bir yerlerde görmüş olduğu linke tıklayıp yazıyı üşenmeden okuyan sevgili okuyucular, işte söyleyeceklerim bunlar. Yine gevezeliğim tutmadan (gerçi daha nasıl tutacak lan) kenara çekiliyorum. Sunulan bin türlü malzemeyi kısa sürede (burada olduğu gibi) çarçur edeceğim diğer yazılarda buluşmak üzere, sevgiyle kalın.

9 Mayıs 2013 Perşembe

Konu bulamamayı avantaja dönüştürmek


Barton Fink. Normalde cool dursun diye açıklamazdım ama başka türlü garip durduğuna karar verince yazayım dedim.

Blog yazısı yazmaya, uzun sayılabilecek kadar zaman (yaklaşık bir buçuk sene) sonra, bir süre önce tekrar başlamıştım. Önceki yazıyı okumayanlar veya unutanlar için, Twitter hesabımın şifresini buldum, girdim, eski yazdıklarımdan buraya ulaştım ve "bir şeyler çiziktirmeye devam etsem güzel olur aslında lan" dedim (çiziktirmek de pis bir ifade ama yazdım bir kere, silip yerine kelime düşünmek istemiyorum şimdi). Sonra, o kadar zamanda konunun birikmediğini görünce zaten doğru düzgün beceremediğim tespit işinden sıyrılıp dönüşle ilgili bir yazı yazayım ve aradaki zamanda neler yaptığımdan bahsedeyim dedim. Bunu yaparken saat geceyi gösteriyordu ve ben, buralara yazmaya başladığımda (ki adı da Yarım Porsiyon Aydın değil, Phileas Fogg'du) Facebook'ta falan rastlayıp okuyan kişilerin burayı bırakmış olabileceğini hesaba katmadım. 

Neyse, uzun uzun cümlelerle yazdığım dönüş yazısında, birikip insanları rahatsız eden gevezeliğimden biraz olsun kurtulmuş ve insanları kurtarmış oldum (işte sevgili bayan, tüm gevezeliğim bundan). Kimse okumasa bile paragraflarca şey yazmıştım, işte neden döndüm, ne yazdım, blogu niye açmıştım, tasarımı ve ismi niye değiştirdim gibi. Kimse sormamıştı ama ilginç bir şekilde yazasım geldi. O fena sayılmayacak yazıyı postaladım, sonra esas soruya sıra geldi: "Şimdi ne yazacaksın?" (bu arada bunların hepsini ben kendime soruyorum, yaptıklarımı takip eden ateşli takipçilerim yok az önce söylediğim gibi). Konular tükenmişti, ben eskisi gibi tespit yapıp "dur şunu da yazayım" diyemiyordum. Daha doğrusu diyordum da, bulduğum konular aşağı yukarı şöyle şeyler oluyordu: işte "Asansörü sizinle bekleyen komşu çocuğuna asansöre bindikten sonra 'sen de gel' diyorsunuz ya, işte o çocuğa işkence etmiş oluyorsunuz farkında değilsiniz", veya "havalar kötü olunca insanlar da kapalı oluyor yahu sanki", veya "bazı insanlar bana o kadar çok benziyor ki akıllarını okuduğumdan korkuyorlar, cidden de çift yaratılmışız hafız" gibi. Alpay Erdem'e yollasan tespit diye köşesinde yayınlar, tweet atsan fenomen olursun, ama uzun yazıya dönüştürmeye geldiğinde ı-ıh. Sünmüyor, istediğim kıvama gelmiyordu.


Buraya "Iron Man lives again" yazsam ne havam olurdu be, ama şarkıdaki Iron Man başka, bu başka maalesef.

Bir filmi acayip bekleyip aksiliklerden dolayı gidememek üzerine bir yazının ilk dört cümlesini yazdım sonra, ama fark ettim ki Iron Man 3'ü bir hafta gecikmeli izlemem kimsenin umurunda olmayacak. Sonra aklıma çok güzel bir kurnazlık geldi. Avantajsızlığımı avantaja dönüştürecek, konu bulamamak, sıkıntı yaşamak, writer's block (arada İngilizce ifade kullanınca havalı gözüktüğümü söylemiş miydim?) üzerine bir yazı yazacaktım. Böyle konu bulamayınca nasıl güçten düşüyorsun, senden yarına öykü istiyorlar mesela ama sen anca uyuşturucu krizine giren birinin Alice Harikalar Diyarında çakması hikayesini yazabiliyorsun, kimse de sevmiyor tabii ama "Değişik olmuş, hmm" diyorlar sadece. O da çok kişisel olurdu. Buradan yola çıkarak olayı "konu içinde konu"ya döktüm: "Konu bulamayınca konu bulamamak üzerine yazı yazmayı düşündüğümü anlatan bir yazı". İşte şu an onu okuyorsunuz, tabii hala iğrenç üslubumdan sıkılıp yazıyı terk etmediyseniz.

Daha çok yoklama, "buradayım" deme amacı taşıyan bir şeyler saçmalamak üzere girip doğaçlama yazıya koyulmamın sebebi işte buydu efendim. Şimdi sıra geldi günün/yazının çıkarımına: Yokluğumda Twitter yaygınlaştı ya, kısa cümleler kurmaya, tespiti bir cümlede yapıp bilgisayarı/telefonu bırakmaya falan ben de alışmışım, üstelik o ağların hiçbirini sürekli olarak kullanmamama rağmen. O yüzden tek fikirden uzun yazı bile çıkaramaz olmuşum korkunç bir şekilde. Sonra teknoloji neden yaratıcılığı öldürüyor, sonra düzgün kullanın. Bir tür pasif içici olarak ben bile yazamaz olmuşum, bir de aktifin halini düşünün diyorum (acınası şekilde az kullandığım ve bunu meşrulaştırmak için tezler uydurduğum Twitter hesabım da şu:  https://twitter.com/abbayer). 


Hazır yazıya bir teknoloji kötüleyici öğretmen, bir dede havası katmışken bir de kurnaz ve komik görünüp ikisi de olamayan bir karikatür ekleyeyim dedim. Hem de İngilizce, sanki teknolojinin zararlarını anlatan bir slayttan alınmış gibi.

İşte yazacak bir şey bulamayınca "ben yaşıyorum yahu" demenin en kestirme yolu bu: Konusuzluktan konu çıkarıp onun üzerine yazı yazmak. Ne kadar kötü durduğunun ben de farkındayım ama o kadar çok yazdım ki, önceki bir yere kadar gelip tıkananlar gibi silemeyeceğim. Basıyorum yayınla'ya. Buraya kadar okuyabildiyseniz,,,, vay be!



15 Nisan 2013 Pazartesi

Uzun zaman sonra bir hevesle geri dönmek



"Geri döndüm."

Arnold Schwarzenegger'in (bir çırpıda, bir yere bakmadan yazdım, tıpkı bir yere bakmadan Nietzsche yazabildiğim gibi) Terminator'lerde sarf ettiği ikonik replik "I am back", "geri döndüm" şeklinde, iyi niyetli ve simultane şekilde dilimize çevrildiğinde tüm coolluğunu kaybediyor (tıpkı cool kelimesinin olası Türkçe karşılıklarının ironik bir şekilde yeterince *cool* ol(a)madığı gibi). Ama yapabileceğim başka bir şey yoktu çünkü alıntı yapmayı seviyorum ve bu alıntı da durumumuza oldukça uygun. Bir buçuk senedir, belki iki yıla yaklaştı, tek yazı bile yazmadım buraya. Nedenini bilmemekle beraber bir tür itme kuvveti değil, sadece tembellikten. Bir ara yazın "bir sene ara vermişidim ama işte geri dönüyorum ehehe" demeyi de planladım ama  yapamadım, unutuldu gitti. Şimdi bu akşam, aklıma yine bir buçuk senedir falan kullanmadığım Twitter hesabımın şifresi geldi, Bir tür ilahi aydınlanma yaşayınca konu tilt topu gibi döne dolaşa  suni teneffüs yapacak cankurtaranını bekleyen bloguma ulaştı. Phileas Fogg'du, başka biri bu alan adını aldığı için phileasfoggg.blogspot.com adresine yazıyordum. Zaten "bizim phileas ne yazmış bugün bakalım" diyerek bloga girecek, yeni yazı görünce hoşlanacak okurlara sahip değilim. Sadece Facebook üzerinden yazılarımı paylaşıyordum o kadar. Konuyu bu damardan uzatırdım ama başka yerlere savurmak istiyorum... Gelelim ikinci paragrafa.

Bloga son yazımı girdiğimde (son girdiğim şey bir yazı sanılmaz çünkü sadece Hot Tamale videosu, olsa olsa entry veya coolluğunu kaybetmiş bir çeviriyle "girdi" olur) Twitter'ın popülerliği hiç fena sayılmazdı, millet aktif şekilde Facebook kullanıyordu ama mantar gibi tüneyen yeni sitelerden neredeyse hiçbiri ortada gözükmüyordu daha. Bir de, bence en önemlisi de budur, Gangnam Style yoktu. Yıl oldu 2013, ben hala Hot Tamale'ye oynuyorum ama aradan bir buçuk milyar IP'nin izlediği o iğrenç video geçti. Hayır oynak şeyleri ben de seviyorum ve sıkıcı biri olduğum söylenemez, ama o bir buçuk milyar (hadi ikili tıklamalarla diyelim 700 milyon) kişiden biri de çıkıp demedi ki, bu noktada bir Cem Yılmaz alıntısı yapmayı elzem görüyorum çünkü alıntılar güzeldir, kimse de çıkıp demedi ki aga bu nedir. Ama bendeki de ne öngörüymüş ki, bir tür öncü sarsıntı olarak görülebilecek Serkan is My Girl videosunu izleyince bu konuda başka bir yazı yazmıştım, o başka bir yazının konusuydu ve başka zaman anlatıldı.


Elzem deyince bir karikatür paylaşayım çünkü burası komikli bir blog. Zoriri.

Milletin anlamadığı şeylerle eğlenebilmesi ne kadar tuhaf gözüküyordu bana, meğerse her şey bizi buna psikolojik olarak hazırlamak içinmiş. Bir de üstünden altı ay geçtikten sonra hala danstan bahseden/yapan olunca ağzına terlik geçiresim geliyor, kendi ağzıma terlik geçirmek istemediğimden konuyu kapatıyorum. Diyeceğim şu, iki sene ara verdim ya, o iki senede 'sosyal' kelimesinin anlamının daha derinlemesine değiştiğini, yeni bir evrim geçirdiğini düşününce, ben 'yeni sosyalleşme' adına hiçbir şey yapmamışım. Kitap falan okudum, film izledim, ders çalıştım (onu da çok yapmadım ya neyse sayalım). Sonra? İki sene camış gibi kayıtsızca yattım çok affedersiniz. Blog yazısı yazmak da tembelliği azaltmıyor aslında ama gevezeliğimden insanlar sıkılmaya başlamıştı, dedim kimse okumasa da yazayım bi şeyler.

Sonra, bir seneden fazladır ziyaret bile etmediğim, sık girilen siteler barından sildiğim bloga bir baktım. Phileas Fogg nedir ulan? dedim kendi kendime. İlla coolluğa kasacaksan koyacağın isim bilinen bir roman karakteri olmasın bari değil mi ama. Ben de dedim bari değiştireyim bunu, adı "Yarım Porsiyon Aydın" yaptım. Ne güzel demiş Cem Karaca, "burda da orda da o aynı barlar/hep o aynı yarım porsiyon aydınlık/aynı çehreler, aynı laflar/vallahi hiç değişmemişsiniz" (bu şarkı sözlerini de kafadan yazdım çünkü alıntı datlı ve dinlediğim şarkıyı ezberleyebiliyorum). Tepedeki logoyu da değiştirdim, google'a phileas fogg yazıp ilk çıkan şeyi logo yapmıştım, yerine Haruki Murakami'nin Sahilde Kafka romanının kapağının Paint'te kesip biçip yaptığım bi versiyonunu koydum. Blogun temasının rengi uymadı ama güzel oldu galiba.


"Oha çaldım!"

Sonuçta diyeceğim şudur, herhalde olmaz ama, belki bir iki yıl ara daha veririm, yine de kafamda burası olur. 2015'te belki yeni bir uyduruk fenomen çıkmış olur, onu çekiştiririm, "Yarım Porsiyon Aydın nedir lan" deyip bir isim değişikliği daha yaparım. O yüzden gelecekteki bana buradan alternatif başlık ve takma isimleri sunuyorum... Şaka lan şaka, kim uğraşacak şimdi.

23 Haziran 2011 Perşembe

Hot Tamale


Geçen gün kafa karıştırıcı, bilinmeyen şeylerin ilgi çekmesiyle alakalı bi yazı yazmıştım. Hot Tamale'yi oraya eklemeyi unutmuşum. Bir sefer dinlendiğinde akıldan çıkmıyor. İnanılmaz. Merak edeni buradan alalım.

21 Haziran 2011 Salı

İşten Çıkarken Adama İngilizce



"Google Görseller'e 241543903 yazın. İnsanlar neden buzdolabına kafalarını sokuyor?"

Geçtiğimiz günlerde internette çok popüler olan "Serkan is my Girl" adlı şarkıyı duymuşsunuzdur. Şarkı insanlar arasında yeni triplerin oluşmasını da sağladı dikkat ettiyseniz. Şarkıyı çok sempatik bulan da oldu, çocuk dayaklık diyen de, "bu şarkı da başımın etini yedi doğrusu" diyen de. Neyse ki içinde 77 kez Serkan is my girl cümlesi geçen bu şarkı(hala prim yapmak isteyen arkadaşlar için not: Serkan ist mein girl veya Satan is mein Gott, yani Şeytan benim Tanrımdır dediğini iddia edenler de var) hayvan gibi popüler olmadan önce durduruldu, yayılması gizli bir el tarafından önlendi. Blogun genel kalitesini bozmamak için şarkıya yer vermiyorum ama kafaya takılan bi şeyler dinlemek isteyen varsa açıp dinleyebilir. Youtube'da falan çok kolay bulunuyor.

İşte, ne diyordum, bu şarkıyı daha önce Facebook'ta "uuu" şeklinde bi girizgahla/açıklama cümlesiyle paylaşmıştım, fakat itiraf ediyorum o paylaşımı yaparken şarkıyı dinlemiş değildim. Bağımlılık yaratacağından korkmuştum evet. Bugün sonunda dinleyebildim ve bir anlam verilemeyen şeylerin prim toplamaya yaradığına kanaat getirdim. The Day The Earth Stood Still filmini duymuşsunuzdur(hala prim yapmak isteyen arkadaşlar için not: 2008 yılında sinemalara gelen Keanu Reeves'in oynadığı iğrenç bilim kurgu filmi 50lerde hayvan gibi bir öngörüyle yapılmış filmin bir yeniden çevrimidir). Aklıma ilk olarak bu filmde Gort adlı robotun söylediği "Klaatu Barada Nikto" cümlesi geldi. Ne olduğu tam olarak bilinmeyen, esrarengiz noktasına varan şeylerin daha ilgi çektiğini hep düşünmüşümdür ama buna kanıt bulmayı yeni akıl ediyorum.


Kafa karıştırıcı laflarla iş yapma, ünlü olma çabası 40'larda bilim kurgu filmleriyle ortaya çıktı. 70'lerde George Lucas adlı ruh hastasının yaptığı Star Wars filmi, uydurma dillerle kafa karıştırdı. Sonra daha önce hakkında 2(iki) yazı yazmış olduğum(eğer merak eden sınırlı sayıda insandan biriyseniz blogun 20 yazılık arşivinden bulunuz) Viral pazarlama olayı, insanların farazî şeylere olan sevgisi ve gerçek/sanal ayrımını kaybetmesiyle coştu. Bugün bakıyoruz bir J.J Abrams kim ki mesela. Super 8'i hepimiz izledik yani, filmden bir halt çıkmadı. Önemli olan pazarlama stratejisi idi. Blair Cadısı'ndan arak bu pazarlama, aslında filmin vizyona girmesinden önce merak uyandırması için ortaya sürülen teaser'ları "bu gerçek mi acabaaa" dememizi sağlıyor. Bunu en son Paranormal Activity başardı ama korku filmlerinden cidden korkmayan bir insan olarak çok ciddiye almıyorum bu konuyu.

Millet halen bir şeylerle kafa karıştırmaya uğraşıyor çünkü bunun kısa vadede gelir/popülarite anlamına geldiği(uzun vadedeki hali için bkz: Star Wars) farkedildi. Serkan is my Girl'ü kendi kendime çok güzel savuşturdum çünkü her şeyin farkındaydım. Evet diyeceklerim bu kadar. Sevgiler.