10 Ağustos 2013 Cumartesi

Bayram, Şahin Sucukları, Gezi Parkı ve üşengeçlik üzerine bir yazı


Baba, oğul, kutsal ruh, 240p.

Televizyonda, Kent Şekerlemeleri reklamları gibi "bayram ziyareti için torunlarını bekleyen dede" duygu sömürüsüyle başlayan, ve torunun bütün bir insanlık tarihinde ele alınmış sanat felsefesini bir çırpıda özetleyen eşsiz "Baba bak, ben sanat yiyorum!" repliğiyle son bulan Şahin Sucukları reklamı oynuyor. Kötü yazılmış, kötü çekilmiş, kötü oynanmış. Genelde kötü film izleyince kafamdan geçen "bu kadar adam yazdınız, çektiniz, oynadınız, kurguladınız, kimse mi 'abi bu olmadı yenisini yapalım' demedi, parayı verdik artık çok geç diye düşündüler herhal" (yazar burada düşünce akışı yöntemini kullanıyor) cümleleri ilk kez birkaç dakika süren bir reklam filmi için dolaşıyor beynimde. Dede rolündeki amcanın "ben tüccar değilim, oyuncuyum" tarzı kutsal rol kesiciliği, baba rolündeki elemanın benzersiz "oğlum dedeni rahatsız etme" performansı ve çocuğun dedeyi dinlerkenki aymazlığı, umursamazlığı, bitse de gitsekçiliği. Sevimsiz çocuk. Kabiliyetsiz çocuk. Babasına hiç benzemiyor üstelik.

Kayserili olduğum için, ulusal bir kanalda "Made in Kayseri" sloganlı Şahin Sucukları reklamı belirdiğinde aile içinde ayrı bir heyecan, ayrı bir sevinç yaşanıyor, enerji artışı gözlemleniyor hep. Gerçi benim ailem dışarıdan havaifişek sesi geldiğinde elleri arkaya bağlayıp camdan dışarıyı izleyen insanlardan oluştuğu için, televizyondaki reklama dikkat kesilmeleri normal aslında. Dolayısıyla, Erciyes Dağı'nın karşısında, kulübemsi, barakamsı, yanları açık bir evde yemek yiyen, takım elbiseli Kayserili aileyi izlediğimiz bu reklam da ayrı bir ilgi uyandırıyor ailede. Hep verilen bir örnektir ama, Umut Sarıkaya'nın meşhur karikatürü geliyor aklıma. Onlar da bizden lan, diye geçiriyorlar kafadan. Kayserili şirketin reklamı var, herkes Kayseriyi duyuyor.



Buradan konuyu iki buçuk yıl önce yine burada yazmış olduğum "şu yazıyagetireceğim. Bir reklam üzerine bu kadar beyin fırtınası yapınca, aklıma üç aydır ülkedeki gündem bolluğuna rağmen yazmadığım sevgili blogum geldi. Ben yazıları bir yerlerde paylaşmadıkça "ne yazmış bu yarım porsiyon aydın yahu ahahaha" diye girip bakan okurlarım olmadığından tembelleşiyorum bazen, ama konu dönüp dolaşıp tekrar bloga gelince kendimi tutamadım.
Yazmadığım üç aylık süre zarfında, belki de yirmi yazılık malzemeyi "amaaan" repliğiyle geçiştirdim. Aslında bir yazıya başlamıştım, televizyonda Tayyip Erdoğan'ın "Bunlar yarım porsiyon aydın!" diye bağırdığını duyunca, "Yükseklerden Konu Desteği Almak" başlığı altında bi yazı yazmaya karar vermiştim. Sanki başbakan bana seslenmişti, blogumun adını anmıştı, "konu bulamıyorsun al da bunu yaz bari" demişti. Açıklamanın bana zararı, Google'da blogun adı yazıldığında ilk sayfalarda çıkmaması oldu. Başbakanın sanatçılar için söylediği bu kısa cümle, haber siteleri sayesinde alt sıralara düşürmüştü beni. Sonra, büyük bir hevesle başladığım bu yazıyı bitiremeden Gezi olayları patladı. Olayların ortasında, millet Twitter'daki bio kısmına "çapulcu" filan yazarken tutup "Tayyip benim blogumu andı" temalı bi yazı yazsam şık durmazdı. Sonra unuttum gitti, tarihe gömdüm kafamdaki konuyu, yazı taslak halinde kaldı... Ruhu azap içinde, taslak yazılar aleminde sürünüyor şimdi.


Üzülmedim değil.

Diğer yandan, konu bulamama üzerine yazı yazacak kadar umutsuz bakar olduğum bloguma sunulan bunca malzemeye rağmen yazmamam, üşengeçlik üzerine yazı yazmaya koyulup üşendiğinden başlayamayan şu yazarın hikayesine benziyor. Günlük hayatta da pislik derecesinde üşengeç biriyimdir, yaşadığım/kısa süreliğine de olsa bulunduğum yerleri bok götürür bu yüzden çok afedersiniz. Eşek yüküyle, ilahi kudretlerce sunulan malzemeleri göz göre göre kullanmama da unutamayacağım üşengeçlik anılarımdan bir yenisi işte. Olay kurgu kafası veya writer's block (Britanya'nın köpeğiyim ondan İngilizce yazıyorum) filan değil, "amaaan" repliğiyle işe başlarken kenara çekilmek. Kalıcı bir şey ortaya koyamamam, blog aleminde popileşememem de işte bu yüzden. Görece fenomen bir Twitter hesabım var gerçi, adıma kayıtlı olanın haricinde (arada kendini övmek güzel oluyor). Ama bir taraftan bakıldığında, Twitter denilen mecra da "üşenme" eyleminin vücut bulmuş hali değil mi? Benim gibi erindiğinden (aynı paragrafta çok kez 'üşenmek' kullanmamak için farklı tatlar deniyorum) uzun yazı yazamayan tipler için icat edilmiş bir yer gibi daha çok. Tıpkı "uzun video çekmeye erinenler olur" diye Vine adında, yedi saniyelik videolar çekip paylaşılan sosyal (!%&'^* sosyalinizi!)  mecraların türemesi gibi. Bu da yazının tespiti. Twitter olsun, Ekşi Sözlük olsun, Facebook olsun, bir yerlerde görmüş olduğu linke tıklayıp yazıyı üşenmeden okuyan sevgili okuyucular, işte söyleyeceklerim bunlar. Yine gevezeliğim tutmadan (gerçi daha nasıl tutacak lan) kenara çekiliyorum. Sunulan bin türlü malzemeyi kısa sürede (burada olduğu gibi) çarçur edeceğim diğer yazılarda buluşmak üzere, sevgiyle kalın.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder