Camus, Zizek falan okuyup, Gezi direnişi üzerine yorum yapıp siyasi ahkamlar keserken, kapitalizmi eleştirirken, geniş resmi düşünürken bir sonraki karede dedenin elini öpecek olmak beni hep germiştir, bu yüzden kafayı çok bulandırmadan, geniş bir kurguyla yazacağım ilk uzun şeyin sade bir aşk öyküsü olması gerektiğini düşünmüştüm. İçinde yaşadığımız toplum aydın bunalımı kavramına "sıs la değişik" yorumunu yapacağından, yaşayan, yürüyen, yemek falan yiyen bir Umut Sarıkaya karakterine dönüşmeden kendi ahkam kesme imkanımı kendim yaratmak niyetindeydim. Batıya özgü ironi kavramı da beni burada yakaladı, olduğum yerde kalayım diye kendimce sade hale getirmeye çalıştığım, çakma entelektüel altyapıyı gizlediğim ilk romanımda oldukça entelektüel bir şekilde yazar tribine yakalandım. "Yazamıyorum, yazdığım her şey ünlü romanlara benziyor!" derken buldum kendimi. Kalkıp bir çay koydum, saat sabaha karşı beşti. Normalde beşe kadar oturmam, uyumadan sabahı da bulduğum görülmemiştir ama sahurdan sonra uyumuyor, iftar saatine kadar uyuyup oruç tutarak Müslüman temelli sevap puanlarını toplamış, günü kurtarmış oluyordum.
Ünlü yazarları düşündüm. Ecnebilerin writer's block dediği "yazar kilitlenmesi" durumunu ele alan yazarları. Kurt Vonnegut'ı, Woody Allen'ı düşündüm. Ortak noktaları oruç tutmamalarıydı herhalde. Belki yerini yadırgayıp filozofvari eylemlerde bulunmamak da kendimce yarattığım bu suni yazar tribinin bir parçasıydı, bilmiyordum. Ama gittikçe basit gelmeye başlayan romanım bir yere varmamıştı, sürekli değiştirecek, kendinden önceki romanlardan ayıracak değişiklikler yapmaya ihtiyaç duyuyordum. Daha da uyku tutmayınca yeni izlediğim bir Hollywood filmiyle ilgili yazı yazmaya başladım, "bu tarz filmlerin aynı kalıbı kullanıyor oluşu" üzerine bir şeyler yazdım. Sonra bu İç Anadolu kentinde yaşadığım aydın bunalımı bir kez daha yerini yadırgadı.
Yatıp uyumadan iki bölüm daha Friends izleyeyim dedim. Her türlü bunalımdan alıkoyan bu dizi, tam da çakma bunalımlara yaraşır şekilde kafamda gerçek gibi yaşıyordu. Tüm karakterler bir yerlerde gerçekten nefes alıyor ve benimle iletişim kurmaktan memnuniyet duyuyor gibiydi. Replikleri ezberleme safhasına geldiğim tek diziydi ve bir kez daha izliyordum ama beni "yazamama" kafamdan kurtaramayınca uyudum. Sabah kalktığımda, samimiyet kartını kullanan Friends gibi bir dizinin, basit mevzusuna rağmen nasıl bu kadar farklı olduğunu ve sevildiğini düşündüm. Hababam Sınıfı ile aynı nedendendi herhal, samimi olmak, bizi yansıtmak. Bu buhranları yaşayan aydın tayfa da "samimi olmamakla" suçlanmıyor muydu zaten hep? Köylü-halk çatışmasını anlatan, Yaban gibi yüz senelik eserlerden, kendisi de "halka inememekle" suçlanan Nuri Bilge Ceylan'ın son filmi Kış Uykusu'na kadar, anlamayan/anlaşılmayan aydının bunalımının temelinde samimiyetsiz bulunması yatmıyor muydu? İktidar da bu kartı kullanıyordu, bu bloga sık sık konu olan Başbakan/malum müstakbel Cumhurbaşkanı karşısındaki profesör adamcağızı lümpenlikle suçluyordu. Halk adamlığı prim yapıyordu, Kayseri'de kendince bir şeyler yazmaya uğraşan benim kafama bile yerleşmişti bu algı, o yüzden kendimi yüzeysel tutmaya çalışıyordum ben de. "Bu tavırlar İç Anadolu'ya fazlaydı".
Bu damar güzeldi, halden anlamak, halka inmek muhabbeti hoşuma gitmişti ki, ünlü bir yazar olmadığım ve bu tribin bana fazla olduğu gerçeğiyle yüz yüze geldim. Fazla gelmesinin sebebi ise burada yaşamam değil, kafada büyümemiş olmamdı. Sahur için yağa yumurta kırıp yedik, sonra sabah yediye kadar diziyi izledim.
Bu yorum yazar tarafından silindi.
YanıtlaSilkardeş beğendim yazını
YanıtlaSil